Kaliteli içeriğe gerçekten talep var mı?

Kaliteli içeriğe gerçekten talep var mı?


Son yazılımlarımda ağırlıklı olarak kaliteli içeriğin öneminden bahsediyorum. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. Her yapılan kaliteli iş, hakettiği değeri bulmayacak diye bir kural yok elbette. Ancak çoğu kaliteli içerik de geniş kitlelere ulaşamıyor veya ulaştığı noktada çoğunlukla görmezden geliniyor. Bunun bilinen en önemli örneklerinden birisi, ABD’li ünlü kemancı Joshua Bell‘in Washington D.C. metrosunda sıradan bir metro sanatçısı görünümüyle keman çalması ve bu süre boyunca önünden gelip geçen yüzlerce insandan neredeyse hiçbirinin durup da bu performansı dinlemiyor oluşuydu.

Joshua Bell’i herhangi bir konserinde izlemenin maliyeti 180 ile 370 dolar arasında değişiyor. Ama o metroda bunu bedavaya yapıyor ve kimsenin umrunda olmuyor. Eğer bu kişinin sıradan bir metro kemancısı değil de Joshua Bell olduğunu bilselerdi durum değişir miydi? Elbette. İşte aşağıda Joshua Bell’in kimliği belliyken metroda verdiği konser…

Ne çelişki ama! Joshua Bell kimliği saklıyken çaldığında hiç değer bulmazken, kimliği belli olarak metroda konser verdiğinde ortalık dolup taşıyor ve ücretli konserlerinin biletleri de yüzlerce dolara satılıyor. Oysa ki müzik aynı müzik. Yani, kaliteli işler, ancak yeterli seviyede pazarlama ve geniş kitlelere ulaşma imkanı bulduğunda değer buluyor.

Joshua Bell konserinin bilet fiyatları

Joshua Bell konserinin bilet fiyatları

Joshua Bell metroda her gün çalmaya devam etseydi belki Amanda Palmer gibi, onun müziğini sevecek bir kısım insan tarafından desteklenecek ve geçimini bir şekilde sağlayacaktı ama, hepsi o kadar. Daha fazlası değil. Ancak Joshua Bell bunu mu hakediyor? Neyse ki kendisi tanınmış bir virtüöz ve böyle bir sorunu yok. Ama gerçekten kaliteli müzik üreten birçok insan, onun metro deneyindeki gibi görmezden geliniyor.

Youtube trend videoları

Youtube, sevdiğim bir mecra. Kendi ilgi alanlarıma göre abone olduğum kanallar ve önerilen videolarla kaliteli içeriklere ulaşabiliyorum. Ama Youtube’u tümüyle ele aldığımızda kaliteli içerik oranının çok düşük olduğunu görüyoruz. Bunun için Youtube trend videolarına bakmak yeterli. Son yüklenen videolara göre, en çok beğeni alan ve izlenen videolar bu listede sıralanıyor. Ancak trend videolarının neredeyse tamamı düşük kalitede, sabun köpüğü eğlence içeriği.

Youtube’un formatı gereği, belki de böyle videoların daha çok izleniyor olması doğal görünebilir. Ancak bu durum, aynı kategoride benzer türde içerikler üreten kanallar arasında da aynı şekilde yaşanıyor. Youtube kanallarının satışa dönüş etkisi yazısında Teknoseyir örneğini vermiştim. Teknoseyir, tecrübeli editörlerin donanım incelemeleri yaptığı bir Youtube kanalı. Çoğu inceleme videosu için günlerce detaylı testler yapıp gerçek deneyimlerini aktarıyorlar. Ancak bunlar yerine telefonu çekiçle parçalayan, liseli moduyla konuşarak ürün tanıtan ve boş geyik döndüren benzer kanallar daha fazla aboneye sahip, videoları daha fazla izleniyor ve işin asıl kötüsü, bazı kurumlardan yılın, kategorisindeki en iyi kanalı diye ödüller alıyorlar. Yani kaliteli içerik ne geniş kitleler tarafından ne de kurumlar (bunların bir kısmı üniversiteler!) tarafından dikkate alınıyor.

Youtube’un Dibi Hareketi

Bazı istisnalar hariç, Youtube üzerinde yer alan yerli kanallardan popüler olanlarının neredeyse tamamı kalite unsurundan yoksun. Oysa ki Youtube’da gerçekten çok kalteli içerikler üreterek farkedilmeyi bekleyen binlerce kanal var. Oyun incelemeleri yapan Konsol Üssü kanalından Murat Sönmez, bu duruma bir çözüm üretmek adına kendi kanalları üzerinden “Youtube’un Dibi Hareketi” isimli bir proje başlattı. Bu projeye göre her Youtube kanalı, Youtube üzerinde kaliteli içerik üretip de farkedilmeyi hakeden ama geniş kitlelere ulaşamayan 100 bin abone altı kanalları kendi videolarında (ve tabi diğer sosyal mecralarda) önererek abone artışlarına katkı sağlacaktı.

Murat Sönmez’in çağrısı, ünlü Youtuber Barış Özcan’ın da desteğini alınca (ki o destek vermese belki de proje başladığı noktada kalacaktı) kısa sürede yayıldı. Çoğu kanal, izleyip beğendiği dieğr kanalları kendi videolarında önerdi. Ben de Twitter üzerinden bu tarz kanalları önerdim. Bunun kanallar üzerinde şüphesiz ki çok olumlu etkisi oldu. Örneğin Youtube kanallarının satışa dönüş etkisi yazısında bahsettiğim Asla Durma kanalı Youtube’un Dibi Hareketi’nden önce 20 bin aboneye yeni ulaşmıştı ve Barış Özcan’ın videosunda önerilmesinin ardından birkaç gün içerisinde 30 bini geçti. Ama hala kalitesiz içeriğin temsilcisi olan kanalların abone ve izlenme sayıları katlanarak artarken ve trend listesine girip tüm ülkeye ulaşırken, kaliteli içerikler hala kendi mutlu azınlığıyle sınırlı kalmaya devam ediyor.

Bununla ilgili en önemli örneklerden birisi 140Journos olsa gerek. Hazırladıkları harika mini belgesellerle gerçek Türkiye’nin profilini belki de tek aktaran haber platformu. Ben kendi takipçilerime defalarca önerdim, beni boşverin, 1 milyon takipçisi olan Serdar Kuzuloğlu da önerdi ancak kanalın abone sayısı hâlâ 50 bin bile değil. Yani, “kaliteli içerik var, gidin alın dedik” ama ikna edemedik insanları.

Yazılı içeriğin işi daha zor

Video, tüketilmesi en kolay içerik türü. Onda bile kaliteye ilgi yokken yazılı olarak üretilen içeriğin geniş kitlelerden ilgi görmesi bekelenebilir mi? Tabi ki hayır. Ben kendimden örnek vererek başlayım. Daha önce Bir blog yazısının anatomisi yazımda detaylı olarak anlattığım gibi; ben bir blog yazısı hazırlarken, yazının araştırma ve kaynak toplama aşaması için bazen haftalar, hatta aylarca uğraşıyorum. Yazının, herşeyi hazır haliyle sadece yazılma aşaması bile 3 ile 6 saat arasında bir zaman alabiliyor. Bu yazıları hazırlarken araştırmanın yanı sıra kendi birikimlerimi de kullanıyorum. Ortaya attığım tezlerin ikna edici olabilmesi için mutlaka gereken unsurları dahil ediyorum. Yani sadece bence böyle diyerek geçiştirmiyorum. Kanıtlar niteliğinde veriler, örnekler, alıntılar sunuyorum. Tüm bu emeğe karşılık her bir yazının ulaştığı insan sayısı (günlük) birkaç yüzü geçmiyor.

Benim verdiğim örnekten daha çarpıcı olanını ise Serdar Kuzuloğlu, MZV Gençlik Zirvesi’nde ifade ediyor.

Serdar Kuzuloğlu: “Tek sorunumuz sabır ve emek. İnternet dünyanın en büyük buluşu. Ben de çok erken dönemlerinden beri içindeyim ve büyük bir iştahla besleniyorum. Ve böyle bir devirde insanların bundan nasıl olup da yararlanamadığını düşünüyorum. Sadece kendimden bir örnek vereyim. Hayıflanma değil ama kabullenme adına. Benim dunyahalleri.com diye bir sitem var. İçini anlamlı bir şeylerle doldurabilmek için günde 3-4 saatimi ayırıyorum. Derdim de o günün en anlamlı, en ilham verici içeriklerini toparlamak. Ve bunu bedavaya sunuyorum. Bunu bedavaya sunabilmek için kendim günde 3-4 saatimi harcıyorum, artı üç tane de eleman buldum, onların maaşlarını SGK’larını veriyorum. Bir sponsorum vardı, epeydir yok. Kendi cebimden, böyle sahnelere çıkıp para kazanıp onlara maaş yetiştiriyorum. Bunu, insanlara bir hayrı dokunur, belki birileri ondan ilham alır diye. 20-30 bin kişi okuyor günde. 80 milyonluk bir ülkede. Yarısı internet kullanıyor, yarısı genç, yarısı işsiz, yarısı umutsuz, ama bedava bir şey var, 30 bin. Ama ben bir slime’ı burnumdan sokup kulağımdan çıkartmaya çalışsam belki ben bile 200 bin izlenirim. Peki bu paradoksu nasıl açıklayacağız? Bunlar biziz işte, hepimiziz. Televizyonda izlediklerimiz, vakit harcadıklarımız. Hani diyorlar ya, ne ararsanız, ne isterseniz onu bulursunuz diye. Gerçekten de öyle bir şey baktığımızda.”

Buna benzer bir serzenişi de daha önce LinkedIn’le ilgili yazdığım bir yazıda yine örnek olarak vermiştim.

Popo üstü klavye deneyimcileri

Bir süredir üzerine kafa yorduğum bu içerik kalitesi meselesini, bugün Linkedin’de gördüğüm bir yazıdan sonra yazmaya karar verdim. Onur Yanık isimli bir marka deneyimi uzmanı, kendi çabalarına karşılık oturduğu yerden içerik üretenlere karşı düşüncelerini şöyle dile getirmiş:

Onur Yanık: “Son bir ayda perakande pazarının durumunu görmek için 2 şehirde 10 AVM dolaştım. 200’e yakın vitrini inceledim. Onlarca mağazada gizli müşteri rolü üstlendim. Bazılarından ihtiyacım olmayan şeyleri satın aldım. Hiç denemediğim yeni restoranlarda yemek yedim. 4 ayrı supermarkette reyon reyon turladım. 3 havalimanını ikişer kez boydan boya gezdim. 10 internet sitesinden müşteri memnuniyetini test etmek için alım yaptım. Almayacağım belli olsa da yeni iPhone için sıraya girdim. Rakibi ne yapıyor diye mağaza ve standlarına gittim. Semt pazarını dolaştım. Organik pazar için 2 kez Kanyon’a gittim. Lokal üreticileri ve hikayelerini dinledim. 5 sinema bileti aldım, lobide gezindim, izleyicileri gözlemledim, filmleri izlemedim. Aylık deneyim bültenimiz için şehirdeki tüm etkinlikleri gözden geçirdim. Ajansa yakın 3 sanat galerisini ziyaret ettim. 10’dan fazla “deneyim” kitabı karıştırdım.  Olması gerektiği gibi deneyimsel pazarlama çatısı hatta onun da üzerinde deneyim ekonomisi başlığı altında, marka, mevcut ve potansiyel müşteri deneyimi kavramlarını alt-üst ettim.

Peki niye bu kadar uzun yazdım?  Konu deneyimse, popo üzeri oturup uzaktan sallamakla olmaz da ondan! Fotoğraf Datça Çiftliği’nden. Tamamen organik.”

Kaliteli olan içeriğe neden talep az?

Yeteri kadar örnek verdik sanırım. Şimdi de kaliteli içeriğin neden geniş kitleler tarafından görmezden gelindiğini ve kalitesiz olanın daha sık tercih edilediğine bakalım.

İyi Geceler, İyi Şanslar

İçeriği sorgulanacak platformların başında şüphesiz ki televizyon gelir. Televizyon izlemenin kötü bir şey olduğuna dair söylemleri hiçbir zaman doğru bulmadım. Çünkü Serdar Kuzuloğlu’nun da verdiği örnekteki gibi, neyi arasanız, onu bulursunuz. Televizyonda da izleyeceğiniz kaliteli içerikelr hâlâ mevcut. Ama bunlar çok az. Aslında içerikteki kalite düşüşünün bilinçli olarak düşürülmesinin ilk örneği ABD’deki televizyon yayıncılığında yaşandı.

ABD’li meşhur senatör Joseph McCarthy döneminde CBS kanalında İyi Geceler ve İyi Şanslar (Good Night and Good Luck) isimli bir haber programı yayınlanır. Programda muhalif yayınlar yapılır ve CBS kanalı yönetimi baskılara boyun eğerek programı yayından kaldırır. Bundan sonra böyle programlar yerine eğlence programları gibi halkı oyalayacak içeriklerin yapılması kararı alınır. Bu olayları anlatan ve 6 dalda Oscar’a aday olan İyi Geceler ve İyi Şanslar filmini de izleyebilirsiniz.

McCarthy döneminde başlayan bu kontrollü kalite düşüşü, ilerleyen yıllarda giderek benimsendi ve kültürel yapıyı değiştirdi. Artık televizyon dediğimiz şey eğlence, yarışma programı ve dizilerden ibaret bir medya tüketim platformu haline geldi. İnsanlar bu duruma uyum sağladı. Artık kaliteli içerikler daha az aranır ve talep edilir oldu. Daha sonra İnternet de televizyona dönüştü.

Popüler olanın çekiciliği

Ortalama bir insan doğruluktan, gerçeklikten veya kaliteden ziyade, ilk önce popüler olana bakar. Bu, insanoğlunun diğer birçok davranışı gibi rasyonel olmayan, oldukça yaygın bir davranış şeklidir. Ünlü olanları severiz, başkalarının ilgi gösterdiği şeylere ilgi gösteririz. İnsanın sosyal bir varlık olmasından kaynaklanan bu katılımcılık duygusu çoğu zaman doğru olanı seçmemize engel olur. Popüler olma şansını elde edemeyen kaliteli içeriklerse çoğu zaman popüler içeriklerin gölgesinde kalarak göz ardı ediliyor.

Popüler olanın çekiciliğiyle ilgili olarak aklıma Sapiens örneği geliyor. Kitap okuma alışkanlığının neredeyse yok seviyesinde olduğu Türkiye’de Sapiens, dünyada gördüğü gibi bir ilgi gördü. Her yerde konuşuldu, en çok satanlarda aylarca durdu. Hal böyle olunca nadiren kitap okuyanlar da dahil olmak üzere çok sayıda insan Sapiens’i aldı. Ancak okumadı veya okuyamadı. Çünkü kitabı sadece popüler olduğu için almışlardı. Sapiens, onlar için kitaba başlarken çekilen Instagram fotoğrafların ötesine gidemedi. Almak kolaydı, ama okumak zordu. İşte kaliteli içeriğin farkedilme ve tüketilme süreci çoğunlukla bu kaderi paylaşıyor.

Yeni nesil yaşam şekli

İnternet çağı, birçok nimetinin yanı sıra bazı olumsuzluklar da getirdi. İlk dönemlerinde analog dünyayı dijitale taşıyan bir platformken, kısa sürede koca bir bilgi çöplüğüne dönüştü. Kalite düştü ve gerçek bilgiye ulaşmak zorlaştı. Ancak insanlar gerçek ve kaliteli olan içeriğe ulaşma çabasından da vaz geçeli çok oluyor.

Çünkü;

  • Masaüstünden mobile taşınan İnternet deneyimi, içerik tüketim alışkanlıklarını değiştirdi. İçerikleri artık ağırlıklı olarak sosyal medya platformları üzerinden tüketiyoruz. Artık okumuyoruz, sadece göz atıyoruz.
  • Bu dönemde teknoloji her yönüyle ilerledi ama artık daha az kişisel zamanımız var. Her şey hızlı ve kolay olmak zorunda. Zor olana tahamülümüz kalmadı. Ve kaliteli olanı hem üretmek hem de tüketmek zorken, kalitesiz olanı üretmek de tüketmek de daha kolay.
  • Üretmek yerine tüketmeyi öven bir çağa girdik. Diğer insanlara ne kadar çok tükettiğimizi göstererek kendi varlık sebebimize değer katmaya çalışıyoruz.

Son olarak; bu yazıyı da kısıtlı bir kitleye ulaşacak. Ulaştığı kişilerden çok azı okuyacak, anlayacak ve hak verecek. Büyük bir çoğunluğun bu yazıdan haberi bile olmayacak, olsa da umursamayacak. Yani gerçekler bu. Kalite, geniş kitleler için bir kaygı unsuru değil. Dolayısıyla kaliteli içerikler de herkese hitap eden işler değil aslında. Tabi ki popüler olmamak kaydıyla!

4 Yorumlar

Yorum Yaz
  1. 2
    hasan yılmaz

    Bir yazının okunma sayısı, canlı akışı izleyenlerin çokluğu, filmin yüksek imdb puanı, kitabın goodreads yıldızları ne kadar yüksek ise önce bunlara itibar ediyoruz. Devir kalabalıkların devri; Dolayısıyla önce kalabalığın kabulünü kendi hareketlerimiz için referans noktası kabul ediyoruz. İçeriğin zaman ayırmaya değer olup olmadığını şahsen ben de çoğunluğun fikrine göre yapıyorum.

    Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin tepesi kendini gerçekleştirmeye ayrılmış durumda. Popüler olan da kendini gerçekleştirmiş gibi kabul ediliyor. Bu çoğunluğa duyulan saygı belki de çoğu insanın kendini çeşitli yollarla çoğunluğa kabul ettirebilme arzusundan kaynaklanıyor.

    Çabuk tüketilebilen genelde popüler oluyor.
    Ancak her popüler olan kaliteli, popüler olmayan kalitesiz gibi bir genelleme çok yanlış. Yazılarınıza emek veriyorsunuz. Günlük birkaç yüz görüntülenme bir blog için popülerlik derecesinde değil ancak içeriğiniz kaliteli. Devamlı olarak yazmanız dileğiyle.

  2. 4
    Sertaç

    “Microsoft’un tek sorunu zevksiz olması. Kesinlikle hiç zevkleri yok ve bunun da anlamı şu: Bunu önemsiz bir ayrıntı olarak söylemiyorum, çok önemli. Şu anlamda. Orijinal fikirler bulmuyorlar ve ürünlerine pek bir kültür getirmiyorlar anlamında. “Peki bu neden önemli ki?” diyorsunuz. Orantılı aralıklı yazıtipi dizgicilik ve güzel kitaplardan gelir. İnsan fikri buradan alır. Mac olmasaydı ürünlerinde bu asla bulunmayacaktı. Yani galiba hüzünleniyorum. Onların başarısı yüzünden değil. Başarılarını hiç sorun etmiyorum. Bu başarıyı ağırlıklı olarak hak etiler. Benim sorunun üçüncü sınıf ürünler yapıyor oldukları gerçeği. Ürünlerinin hiç ruhu yok. Ürünlerinde aydınlanma ruhu hiç yok. Çok sıkıcılar ve üzücü tarafı çoğu müşterinin de pek ruhu yok. Ama türümüzü yükseltmemizin yolu en iyisini alıp herkese yaymaktan geçiyor. Böylece herkes daha iyi şeylerle büyür ve bu daha iyi olan şeylerin inceliğini anlamaya başlar.”

    – Steve Jobs

    Kaynak: Steve Jobs: The Lost Interview (2012)

+ Leave a Comment